Fotoğraftakiler: Öyküyü şekillendiren Mehmet Dedem (Mehmet Yenilmez), ablam ve ben...
AKLIMDA KALAN - BODRUM
Gözümü açtığımda dedemin yattığı salonun yan tarafındaki
odadaydım. Öğle vaktini biraz geçmiş, günün sıcağı pencerelere vurmaya
başlamıştı. Sanıyorum damda öten kumrunun sesine uyanmıştım.
Toz gelmesin diye genellikle kapalı tutulan pencereden sızan
güneş, dantel perdelerin arasından süzülerek, kireç duvara gölgesini
nakşediyordu.
Duvara yansıyan bu tabloyu izlerken gömme dolabın üzerinde
asılı duran tüfek dikkatimi çekti. Dedemin tüfeğiydi. En son ne zaman
kullandığını bilmiyorum ama tüfek kullanacak bir adam olmadığını biliyorum.
Sanmıyorum ki dağ tepe gezip botak, keklik vursun. Vuracak, kıracak, sövecek
bir adam değildi. Avlanmaktan çok gafil avlanmamak için tutuyor olmalıydı
tüfeği.
Duvarda asılı bir saat aradım fakat yoktu. Anneannemin,
üzerinde tavuk olan saati de baş ucumda değildi. Ne güzel bir saatti o.
Üzerinde, kafası bir aşağı bir yukarı hareket ederek yemini didikleyen bir tavuğun
olduğu saati izleyerek uykuya dalardım.
Kaç saat uyuduğumu bilmiyordum ama çok uyumamam gerektiğini
biliyordum. Yorgun ve bitkin bedenimi kaldırmak istedikçe, yatak beni kocaman
bir kum havuzu gibi içine gömüyordu. Uzun yoldan gelmiştim. Bütün gece yolculuk
etmiş ve hiç uyumamıştım. Tedirgin yattım. Uyumak gibi bir niyetim yoktu ama
teyzemin ısrarları baskın çıktı ve yatar yatmaz bayılmıştım.
Gözlerimi sonuna kadar bir daha kapanmalarına izin
vermeyecek şekilde açıp, kollarımla kendime güç vererek yatağın içinde
doğruldum. Ayaklarım yere değmiyordu çünkü yatak ahşap kasa üzerinde bir lahit
gibi yüksekliyordu. Terliklerimi giyip pencereye doğru yöneldim. Perdeyi
hafifçe aralayıp dışarıya baktım. Köy yerinde görülmesi muhtemel insan manzaraları
vardı. Oynayan çocuklar, koşuşturan köpekler, yem eşeleyen tavuklar, hızlı
adımlarla yürüyen elleri yüklü teyzeler, ağızda sigara kaykılarak ağır ağır
geçen abiler...
Kapı açıldı. “Uyandın mı?” diye sordu annem. “Şimdi uyandım.
Çok uyudum mu?” “İki saat anca uyudun”. Sesi yorgun, üzgün ve paramparçaydı.
Kapıya yöneldim, sarıldım sıkı sıkı. Ne kadar kucaklasam o
kadar artıyordu acısı, dokunmak böyle zamanlarda yaranın içindeki irini akıtmak
gibi bir şeydi. “Hadi sen de gel içeriye, birazdan kalkacak cenaze” dedi, başındaki
örtüyü düzeltip içeriye gitti.
Annemin yatağın üstüne bıraktığı namaz bezi ile başımı örtüp
ben de arkasından odadan çıktım. Dedemi yere yatırmışlar, üzerine bembeyaz bir
çarşaf örtmüşler ve tam göğsüne bir bıçak koymuşlardı. Yattığı yerde kocaman
görünüyordu. Etrafındaki kadınlar ellerindeki dua kitaplarını karıştırarak
fısıl fısıl dua ediyordu.
Evin içi, sofa ve bahçe insan doluydu. Kapıda dineldiğimi
gören anneannem bir yandan duasına devam ederken gözleri ile oturmamı istediği
yeri gösterdi. Başörtüsü takmış matruşkalar gibi divana dizilen hanımlar popolarını
hafifçe yana kaydırarak yer açtılar benim için. Sağ yanımdaki teyze okumak
isteyeceğimi düşünerek elindeki dua kitabını bana doğru çevirdi, gözlerimle
takip ettiğim satırları okuyormuş gibi yaparak başka alemlere daldım.
--- Anneannem
Kavurucu bir yaz günü, çocuklarla meydanda oynarken bulduğumuz
kedi yavrularını toplayıp, anneannemin evine getirmiştik.
Köyün meydanında tek minareli küçük bir caminin yanındaydı
ev. Tek katlı sayılırdı. Sayılırdı diyorum çünkü sofa altında yazlık ve
kışlıkların, sobanın, alet edevatın ve de evin kullanılmayan eşyalarının saklandığı
lapeç bulunuyordu. Taş merdivenlerle çıkılan sofayı sol tarafındak incir ağacı
ile sağ tarafındaki asma, perde gibi gerilerek güneşten saklar, günün her
saatinde evi yaz sıcağından korurdu. Oldukça da genişti. Öyle ki yazın gelen
tüm misafirler sofada ağırlanır, yemekler yenir, sohbetler edilirdi.
Bizim de yavruları bu serin sofaya getirmemizin amacı yazı
rahat ve konforlu geçirmelerini sağlamaktı. Getirdiğimiz yavrular için ekmek
aranırken anneannem namazından kalkıp yanıma geldi.
-Ne aranıyorsun sen bakem burda?
-Ekmek arıyorum anneanne.
-Acıktın mı yine çocuğum?
Acıktım desem oracıkta otlu gözleme yapacak kadar içten ve şefkatli
sorunca gafil avlanıp;
- Yok acıkmadım, dedim dolabın içinden. Yavru kediler için
arıyorum. Bir sürü yavru bulduk anneanne dere kenarında onları getirdik. Açlar,
bir şeyler yesinler diye.
Anneannem bir hışım dısarıya çıkıp bastı yaygarayı. Önce
çocuklar korkup kaçtı. Sonra iki kedicik firar etti. Ama köşeye sinen diğer kediler
anneannemin hışmından kurtulamayıp oracıkta yakalandılar. Anneannem ne mi yaptı?
Onları kulaklarından tuttuğu gibi caminin avlusuna fırlattı.
Kediler patilerini havada uçar gibi sallarken, avazım çıktığı
kadar “dur” diye haykırsam da anneannem aklına koyduğunu yaparken kimseyi
duymazdı.
Şimdi o sofada erkekler oturmuş yanı başımda yatan dedemi
rahmetle anmaya başlamışlardı bile.
Sofanın yola bakan tarafında ocak vardı. Ocağın hemen
yanında lavabo, diğer tarafta tencerelerin tavaların, tabakların olduğu ahşap
bir dolap, büyük bir divan ve de yemek masası bulunuyordu. Sofanın zemini ve
taş merdivenler şaplanmıştı. Parlak ve pürüzsüz olan şapı isterseniz elinizle
bile silebilirdiniz. Köy yeriydi, tüm yollar topraktı, bahçede tavuklar
eşelenir fakat evin önü hep temiz hep tertipli dururdu.
----- Çocukluk
Evin önünde bir de çeşme vardı. Çeşmeden evlere sular
taşınır, kovalar dolarken sohbetler edilir, bazısı sevdiği kızı başında
beklerdi. Bizim aşk ve sevgiden çok susayan bedenlerimizi sulamaktı ihtiyacımız.
Gördüğümüz her hareketli şeyin arkasından koşacak kadar enerji yüklü olan
bedenlerimiz güneş ile birlikte kuruyor biz de yarım saatte bir kendimizi
ıslatıyorduk. Otluktan dönen hayvanların yalaklarının da olduğu köy çeşmesiydi
burası. Develer, inekler, köpekler, kediler, kuşlar hep bu çeşmedeki
yalaklardan su içerdi.
Yazın sıcağı ve hayvanların salyaları ile çesme arılar
içinde çazip bir buluşma mekanıydı. Su içerken sokulduğumuz çok oluyordu ama en
komiği Dilaver’in başına gelmişti. Dilaver içimizde en çok konuşan, en dalgacı
ve en palavracımızdı. Kısa boyu, pabuç dili, turuncu saçları ve çilli suratıyla
aslında son derece sevimli olan bu erkek çocuğu yaptığı şakalar ve söylediği
sözler ile bizi sinirlendirerek gerçekten de çok mutlu oluyordu. Hani derler ya
“dilini eşek arısı soksun” diye en sonunda o da olmuş dilini eşek arısı
sokmuştu.
Çeşmede musluk kapmak kavurucu yaz günlerindeki en büyük
yaşam savaşımız gibiydi. Yine yokuş aşağı hızla koşarak çeşmeye vardık. Haylazlığından
dikkatsiz de olan Dilaver musluğun altına avucunu tutmak yerine mandalına kadar
ağzını sokmayı yeğlediğinden ucunda duran eşek arısını da ağzının içine
alıvermişti. Turuncu çilleri ile yaz portakılına benzeyen Dilaver gözümüzün
önünde patlıcan moruna dönmüş bir yandan ağlarken bir yandan da tavuk gibi
çırpınıyordu. Dilaver ogünden sonra 1 hafta konuşamadı.
---------------
- Amin, cümlemizin başı sağolsun. Erken gitti.
Anneannemin son kelime ağzında uzayarak ve ardında bir
hıçkırık bırakarak çıktı dudaklarından “Gittiiiii”. Ölümdü bu. Zamanı, yaşı,
iyisi, kötüsü vakitlisi vakitsizi olmayan bir sondu.
Yanımdaki kadın, anneannemin karşı komşusuydu. Sık sık çaya
gelir hayvanlardan, zeytinlerden, mandelinadan başladıkları sohbete çocukların
tahsillerini konuşarak sonrada kapı kapı komşulardan bahsederek devam
ederlerdi. Br yandan duasını ediyor bir yandan da bana bakıyor olmalıydı. Çünkü
yanaklarım göz yaşlarımla beraber onun bakşıyla ıslanıyordu.
---- Ninem
Bir de aynı hayatta ninemin evi vardı. Anneannem babası
ölünce annesinin yalnız yaşamasını istememiş, ninem aynı evin içinde olmak
istemeyence de ona hayat içinde bir ev yapmışlardı. Tek göz bir evdi. Önündeki
gül ağacının dibine elinde köreği ile oturur, gelene geçene direktif verirdi.
Anneannemin komşularını kapıda karşılar onları esir alır anneannemden uyarı
gelinceye kadar da koyvermezdi.
- Kızım annangiller nasıl?
- Iyiler Fatma ninem , bu ara dizlerimin bağı deyip durur
ama romatizması tuttuyor işte.
- E olcek o kadar. Buban napıpdurur?
- Bubam öldü ya Fatma teyzem.
- Aman kızım aklım gidip geliyo işte, ben de ölcem yakında
ninem de bu vakitlerde ölmüştü.
- Allah gecinden versin Fatma teyze deme öyle.
- Daha ne geciymiş çoğcum kokutcan mı beni? Ölcez gari kazık
mı kaktık.
Diye diye insanı edeceği duadan bile soğutabilirdi. Ölüm
hakkında kesinleşmiş kararları vardı. Önce gemiyi yaşlılar terk etmeliydi. Zor
zamanlarda büyümüş, savaş görmüş, savaşta babası ölmüştü. Açlık çekmiş,
kardeşleri ile nice zor zamanları birlikte atlatmış, çocukluk denen şeyi akşam
olup da rüyaya dalınca yaşamıştı ancak. Oynayacak oyuncak değil de oynayacak
zamanı olmamasıydı en büyük sıkıntısı. Çocuklarını çocuk yaşta kucağına
aldığında büyüdü. Acıyı bilen yaşlı kadın evlat acısı tatmadan bu diyardan göçüp
gitmeliydi. Edilecek her dua, daha da yaşa temennisi, 90 yaşını aşmış ninemde
daha ne ölümler göreceği ne acılar geçireceği korkusunu uyandırıyordu. Bu tür
sözleri duyunca sinirlenip hırçınlaşıyor, istediği zaman göçüp gitmeyi
diliyordu.
Yaşlanınca bazı işlerden çekilmek zorunda kaldığından fazla
ayak altında durmaz, evinin penceresinden dışarıyı izlerdi. Ayak altında dursa
da ya azar işitir ya da yaramaz bir çocuk gibi ortalığı karıştırırdı. Belli bir
yaştan sonra çocuk yerine koyulacağını bilseydi sanıyorum yaşayamadığı çocukluğuna
o kadar hayıflanmazdı. Zaten zor işiten kulaklarıyla duyup anlayamadığı yeni
kelimeler, bilmediği insanlar hakkında söylenenler, yeni eşyalar, teknoloji,
giysiler bir çocuk gibi onun da merakını cezbediyor, bu yüzden her şeye
karışıyor ve bir şeyler söylemek istiyordu. “Aman anne bi karışma”, “Anne bir
sus”, ”Anne sen nereden bileceksin” cümlelerini artık çok sık duyar olmuştu.
Adeta bir çocuk gibi azarlanıyor ve o da bir çocuk gibi ya ağlıyor ya da küsüp
evine çekiliyordu.
Hani erken uyanırsan bitmez ya gün, uzadıkça uzar… Onun da
hayatı erken başlamıştı ve günlerini geçirmek için gereken enerjisi
hastalıkları yüzünden elinden alınmış, zamanı geçirecek tüm uğraşlardan mahrum
kalmıştı. Onun da tek meşgalesi ya ev halkı, ya gelen misafirler ya da
bahçesini talan eden çocuklar oluyordu.
Evinin hemen yanında çocukken nedense pek bir kıymetli gelen
yer elması olurdu. Kıymeti ender bulunup, zor çıkarılmasıydı. Zorluk ise nineme
gorunmeden bu gorevi tamamlamaktı. Kadıncağız haklı olarak bahçesini define
avcıları gibi talan eden bir grup çocuğa savaş açmıştı. Tombul bedeni bizim
arkamızdan koşmak için oldukça yaşlıydı ama köreği popomuzu türtmek için
yeterli uzunluktaydı. Çocukken zaten yakalanmaktan çok yakalanmak üzere olmak
zevk veriyordu. Ardımızda köreği belirince bası veriyorduk çığlığı. Çığlık mı
dersiniz, kahkaha mı dersiniz ikisinin arasında kalan bir haykırış.
En sevdiğim ise damında oynadığımız evciliklerdi. Evin
yanında dayalı ahşap merdivenlerden dama çıkar kızlarla, getirdiğim evcilik eşyalarını
dizer başlardık oyunu sahnelemeye.
- Kız Hatçe gayve ister min?
- içerin.
- Dur bak orda şeker olcek, uzatı ver bakem.
- Gızanlar napıpduru Emine?
- Tahsile gittiler şehre İzmir’e…
Akşam olup da ezan sesi bizim oyunu bozuncaya kadar bu oyun
devam ederdi. Beyler çekiştirilir, yemekler pişirilir, çocuklar yıkanırdı. Ezan
okununca minik ayaklar minik dünyalarını kafalarında taşıyarak hızlı adımlarla
baba ocağına götürürlerdi.
Damında oynadığım, bahçesini eşelediğim, köreğini sakladığım,
karanlık gecelerde bol bol korku dolu masallarını dinlediğim, Ninem 5 sene
önce, hiçbir evladının acısını yaşamadan istediği gibi bu diyardan göçüp gitti.
Ve de en sonunda da bir harika kitabımız olacak elimiz de, okunacak.
YanıtlaSilKutlarım demek gerekir mi idi bilmiyorum zira, sanki bilinmeyen, sürpriz olan için daha bir yakışırdı gibi bunu söylemek. Oysa senin bu yeteneğin bana yabancı değil ki!
Abartı değil yüzyirmi yaşındayım.Bir kendi becerimle yaşadığım , bir de senin gözünden seyrettiğimle...Daha da değerlisi bize Bodrum'u hatırlatmış olman. Çünkü ne "çeşme" kaldı Ortakent meydanında ne de "lapeç" bilen Bodrum'lu. Yaz.Belki zihinlerde "doğduğumuz" , yaşamak istediğimiz Bodrum yeniden oluşabilir.Evvelce öpülesi dediğim ellerinden öpüyorum.
YanıtlaSilAbartı değil yüzyirmi yaşındayım.Bir kendi becerimle yaşadığım , bir de senin gözünden seyrettiğimle...Daha da değerlisi bize Bodrum'u hatırlatmış olman. Çünkü ne "çeşme" kaldı Ortakent meydanında ne de "lapeç" bilen Bodrum'lu. Yaz.Belki zihinlerde "doğduğumuz" , yaşamak istediğimiz Bodrum yeniden oluşabilir.Evvelce öpülesi dediğim ellerinden öpüyorum.
YanıtlaSilAbartı değil yüzyirmi yaşındayım.Bir kendi becerimle yaşadığım , bir de senin gözünden seyrettiğimle...Daha da değerlisi bize Bodrum'u hatırlatmış olman. Çünkü ne "çeşme" kaldı Ortakent meydanında ne de "lapeç" bilen Bodrum'lu. Yaz.Belki zihinlerde "doğduğumuz" , yaşamak istediğimiz Bodrum yeniden oluşabilir.Evvelce öpülesi dediğim ellerinden öpüyorum.
YanıtlaSil