1/16/2015

AKLIMDA KALAN - BODRUM 01

Hatırladığım çocukluk anılarımı derleyip, süsleyip ve öyküleştirip yazmak keyif verecek bana. AKLIMDA KALAN BODRUM yaşadıklarımdan esinlenerek yazdığım ne kadarı gerçek ne kadarı öykü benim bile karıştırdığım bir seri olsun dedim :)


Fotoğraftakiler: Öyküyü şekillendiren Mehmet Dedem (Mehmet Yenilmez), ablam ve ben...

Başlıyoruz:

AKLIMDA KALAN - BODRUM

Gözümü açtığımda dedemin yattığı salonun yan tarafındaki odadaydım. Öğle vaktini biraz geçmiş, günün sıcağı pencerelere vurmaya başlamıştı. Sanıyorum damda öten kumrunun sesine uyanmıştım.

Toz gelmesin diye genellikle kapalı tutulan pencereden sızan güneş, dantel perdelerin arasından süzülerek, kireç duvara gölgesini nakşediyordu.

Duvara yansıyan bu tabloyu izlerken gömme dolabın üzerinde asılı duran tüfek dikkatimi çekti. Dedemin tüfeğiydi. En son ne zaman kullandığını bilmiyorum ama tüfek kullanacak bir adam olmadığını biliyorum. Sanmıyorum ki dağ tepe gezip botak, keklik vursun. Vuracak, kıracak, sövecek bir adam değildi. Avlanmaktan çok gafil avlanmamak için tutuyor olmalıydı tüfeği.

Duvarda asılı bir saat aradım fakat yoktu. Anneannemin, üzerinde tavuk olan saati de baş ucumda değildi. Ne güzel bir saatti o. Üzerinde, kafası bir aşağı bir yukarı hareket ederek yemini didikleyen bir tavuğun olduğu saati izleyerek uykuya dalardım.

Kaç saat uyuduğumu bilmiyordum ama çok uyumamam gerektiğini biliyordum. Yorgun ve bitkin bedenimi kaldırmak istedikçe, yatak beni kocaman bir kum havuzu gibi içine gömüyordu. Uzun yoldan gelmiştim. Bütün gece yolculuk etmiş ve hiç uyumamıştım. Tedirgin yattım. Uyumak gibi bir niyetim yoktu ama teyzemin ısrarları baskın çıktı ve yatar yatmaz bayılmıştım.

Gözlerimi sonuna kadar bir daha kapanmalarına izin vermeyecek şekilde açıp, kollarımla kendime güç vererek yatağın içinde doğruldum. Ayaklarım yere değmiyordu çünkü yatak ahşap kasa üzerinde bir lahit gibi yüksekliyordu. Terliklerimi giyip pencereye doğru yöneldim. Perdeyi hafifçe aralayıp dışarıya baktım. Köy yerinde görülmesi muhtemel insan manzaraları vardı. Oynayan çocuklar, koşuşturan köpekler, yem eşeleyen tavuklar, hızlı adımlarla yürüyen elleri yüklü teyzeler, ağızda sigara kaykılarak ağır ağır geçen abiler...

Kapı açıldı. “Uyandın mı?” diye sordu annem. “Şimdi uyandım. Çok uyudum mu?” “İki saat anca uyudun”. Sesi yorgun, üzgün ve paramparçaydı.

Kapıya yöneldim, sarıldım sıkı sıkı. Ne kadar kucaklasam o kadar artıyordu acısı, dokunmak böyle zamanlarda yaranın içindeki irini akıtmak gibi bir şeydi. “Hadi sen de gel içeriye, birazdan kalkacak cenaze” dedi, başındaki örtüyü düzeltip içeriye gitti.

Annemin yatağın üstüne bıraktığı namaz bezi ile başımı örtüp ben de arkasından odadan çıktım. Dedemi yere yatırmışlar, üzerine bembeyaz bir çarşaf örtmüşler ve tam göğsüne bir bıçak koymuşlardı. Yattığı yerde kocaman görünüyordu. Etrafındaki kadınlar ellerindeki dua kitaplarını karıştırarak fısıl fısıl dua ediyordu. 

Evin içi, sofa ve bahçe insan doluydu. Kapıda dineldiğimi gören anneannem bir yandan duasına devam ederken gözleri ile oturmamı istediği yeri gösterdi. Başörtüsü takmış matruşkalar gibi divana dizilen hanımlar popolarını hafifçe yana kaydırarak yer açtılar benim için. Sağ yanımdaki teyze okumak isteyeceğimi düşünerek elindeki dua kitabını bana doğru çevirdi, gözlerimle takip ettiğim satırları okuyormuş gibi yaparak başka alemlere daldım.

--- Anneannem

Kavurucu bir yaz günü, çocuklarla meydanda oynarken bulduğumuz kedi yavrularını toplayıp, anneannemin evine getirmiştik.

Köyün meydanında tek minareli küçük bir caminin yanındaydı ev. Tek katlı sayılırdı. Sayılırdı diyorum çünkü sofa altında yazlık ve kışlıkların, sobanın, alet edevatın ve de evin kullanılmayan eşyalarının saklandığı lapeç bulunuyordu. Taş merdivenlerle çıkılan sofayı sol tarafındak incir ağacı ile sağ tarafındaki asma, perde gibi gerilerek güneşten saklar, günün her saatinde evi yaz sıcağından korurdu. Oldukça da genişti. Öyle ki yazın gelen tüm misafirler sofada ağırlanır, yemekler yenir, sohbetler edilirdi.

Bizim de yavruları bu serin sofaya getirmemizin amacı yazı rahat ve konforlu geçirmelerini sağlamaktı. Getirdiğimiz yavrular için ekmek aranırken anneannem namazından kalkıp yanıma geldi.

-Ne aranıyorsun sen bakem burda?
-Ekmek arıyorum anneanne.
-Acıktın mı yine çocuğum?

Acıktım desem oracıkta otlu gözleme yapacak kadar içten ve şefkatli sorunca gafil avlanıp;

- Yok acıkmadım, dedim dolabın içinden. Yavru kediler için arıyorum. Bir sürü yavru bulduk anneanne dere kenarında onları getirdik. Açlar, bir şeyler yesinler diye.

Anneannem bir hışım dısarıya çıkıp bastı yaygarayı. Önce çocuklar korkup kaçtı. Sonra iki kedicik firar etti. Ama köşeye sinen diğer kediler anneannemin hışmından kurtulamayıp oracıkta yakalandılar. Anneannem ne mi yaptı? Onları kulaklarından tuttuğu gibi caminin avlusuna fırlattı.

Kediler patilerini havada uçar gibi sallarken, avazım çıktığı kadar “dur” diye haykırsam da anneannem aklına koyduğunu yaparken kimseyi duymazdı.

Şimdi o sofada erkekler oturmuş yanı başımda yatan dedemi rahmetle anmaya başlamışlardı bile.

Sofanın yola bakan tarafında ocak vardı. Ocağın hemen yanında lavabo, diğer tarafta tencerelerin tavaların, tabakların olduğu ahşap bir dolap, büyük bir divan ve de yemek masası bulunuyordu. Sofanın zemini ve taş merdivenler şaplanmıştı. Parlak ve pürüzsüz olan şapı isterseniz elinizle bile silebilirdiniz. Köy yeriydi, tüm yollar topraktı, bahçede tavuklar eşelenir fakat evin önü hep temiz hep tertipli dururdu.

----- Çocukluk

Evin önünde bir de çeşme vardı. Çeşmeden evlere sular taşınır, kovalar dolarken sohbetler edilir, bazısı sevdiği kızı başında beklerdi. Bizim aşk ve sevgiden çok susayan bedenlerimizi sulamaktı ihtiyacımız. Gördüğümüz her hareketli şeyin arkasından koşacak kadar enerji yüklü olan bedenlerimiz güneş ile birlikte kuruyor biz de yarım saatte bir kendimizi ıslatıyorduk. Otluktan dönen hayvanların yalaklarının da olduğu köy çeşmesiydi burası. Develer, inekler, köpekler, kediler, kuşlar hep bu çeşmedeki yalaklardan su içerdi.

Yazın sıcağı ve hayvanların salyaları ile çesme arılar içinde çazip bir buluşma mekanıydı. Su içerken sokulduğumuz çok oluyordu ama en komiği Dilaver’in başına gelmişti. Dilaver içimizde en çok konuşan, en dalgacı ve en palavracımızdı. Kısa boyu, pabuç dili, turuncu saçları ve çilli suratıyla aslında son derece sevimli olan bu erkek çocuğu yaptığı şakalar ve söylediği sözler ile bizi sinirlendirerek gerçekten de çok mutlu oluyordu. Hani derler ya “dilini eşek arısı soksun” diye en sonunda o da olmuş dilini eşek arısı sokmuştu.

Çeşmede musluk kapmak kavurucu yaz günlerindeki en büyük yaşam savaşımız gibiydi. Yine yokuş aşağı hızla koşarak çeşmeye vardık. Haylazlığından dikkatsiz de olan Dilaver musluğun altına avucunu tutmak yerine mandalına kadar ağzını sokmayı yeğlediğinden ucunda duran eşek arısını da ağzının içine alıvermişti. Turuncu çilleri ile yaz portakılına benzeyen Dilaver gözümüzün önünde patlıcan moruna dönmüş bir yandan ağlarken bir yandan da tavuk gibi çırpınıyordu. Dilaver ogünden sonra 1 hafta konuşamadı.

---------------

- Amin, cümlemizin başı sağolsun. Erken gitti.

Anneannemin son kelime ağzında uzayarak ve ardında bir hıçkırık bırakarak çıktı dudaklarından “Gittiiiii”. Ölümdü bu. Zamanı, yaşı, iyisi, kötüsü vakitlisi vakitsizi olmayan bir sondu.

Yanımdaki kadın, anneannemin karşı komşusuydu. Sık sık çaya gelir hayvanlardan, zeytinlerden, mandelinadan başladıkları sohbete çocukların tahsillerini konuşarak sonrada kapı kapı komşulardan bahsederek devam ederlerdi. Br yandan duasını ediyor bir yandan da bana bakıyor olmalıydı. Çünkü yanaklarım göz yaşlarımla beraber onun bakşıyla ıslanıyordu.

---- Ninem

Bir de aynı hayatta ninemin evi vardı. Anneannem babası ölünce annesinin yalnız yaşamasını istememiş, ninem aynı evin içinde olmak istemeyence de ona hayat içinde bir ev yapmışlardı. Tek göz bir evdi. Önündeki gül ağacının dibine elinde köreği ile oturur, gelene geçene direktif verirdi. Anneannemin komşularını kapıda karşılar onları esir alır anneannemden uyarı gelinceye kadar da koyvermezdi.

- Kızım annangiller nasıl?
- Iyiler Fatma ninem , bu ara dizlerimin bağı deyip durur ama romatizması tuttuyor işte.
- E olcek o kadar. Buban napıpdurur?
- Bubam öldü ya Fatma teyzem.
- Aman kızım aklım gidip geliyo işte, ben de ölcem yakında ninem de bu vakitlerde ölmüştü.
- Allah gecinden versin Fatma teyze deme öyle.
- Daha ne geciymiş çoğcum kokutcan mı beni? Ölcez gari kazık mı kaktık.

Diye diye insanı edeceği duadan bile soğutabilirdi. Ölüm hakkında kesinleşmiş kararları vardı. Önce gemiyi yaşlılar terk etmeliydi. Zor zamanlarda büyümüş, savaş görmüş, savaşta babası ölmüştü. Açlık çekmiş, kardeşleri ile nice zor zamanları birlikte atlatmış, çocukluk denen şeyi akşam olup da rüyaya dalınca yaşamıştı ancak. Oynayacak oyuncak değil de oynayacak zamanı olmamasıydı en büyük sıkıntısı. Çocuklarını çocuk yaşta kucağına aldığında büyüdü. Acıyı bilen yaşlı kadın evlat acısı tatmadan bu diyardan göçüp gitmeliydi. Edilecek her dua, daha da yaşa temennisi, 90 yaşını aşmış ninemde daha ne ölümler göreceği ne acılar geçireceği korkusunu uyandırıyordu. Bu tür sözleri duyunca sinirlenip hırçınlaşıyor, istediği zaman göçüp gitmeyi diliyordu.

Yaşlanınca bazı işlerden çekilmek zorunda kaldığından fazla ayak altında durmaz, evinin penceresinden dışarıyı izlerdi. Ayak altında dursa da ya azar işitir ya da yaramaz bir çocuk gibi ortalığı karıştırırdı. Belli bir yaştan sonra çocuk yerine koyulacağını bilseydi sanıyorum yaşayamadığı çocukluğuna o kadar hayıflanmazdı. Zaten zor işiten kulaklarıyla duyup anlayamadığı yeni kelimeler, bilmediği insanlar hakkında söylenenler, yeni eşyalar, teknoloji, giysiler bir çocuk gibi onun da merakını cezbediyor, bu yüzden her şeye karışıyor ve bir şeyler söylemek istiyordu. “Aman anne bi karışma”, “Anne bir sus”, ”Anne sen nereden bileceksin” cümlelerini artık çok sık duyar olmuştu. Adeta bir çocuk gibi azarlanıyor ve o da bir çocuk gibi ya ağlıyor ya da küsüp evine çekiliyordu.

Hani erken uyanırsan bitmez ya gün, uzadıkça uzar… Onun da hayatı erken başlamıştı ve günlerini geçirmek için gereken enerjisi hastalıkları yüzünden elinden alınmış, zamanı geçirecek tüm uğraşlardan mahrum kalmıştı. Onun da tek meşgalesi ya ev halkı, ya gelen misafirler ya da bahçesini talan eden çocuklar oluyordu.

Evinin hemen yanında çocukken nedense pek bir kıymetli gelen yer elması olurdu. Kıymeti ender bulunup, zor çıkarılmasıydı. Zorluk ise nineme gorunmeden bu gorevi tamamlamaktı. Kadıncağız haklı olarak bahçesini define avcıları gibi talan eden bir grup çocuğa savaş açmıştı. Tombul bedeni bizim arkamızdan koşmak için oldukça yaşlıydı ama köreği popomuzu türtmek için yeterli uzunluktaydı. Çocukken zaten yakalanmaktan çok yakalanmak üzere olmak zevk veriyordu. Ardımızda köreği belirince bası veriyorduk çığlığı. Çığlık mı dersiniz, kahkaha mı dersiniz ikisinin arasında kalan bir haykırış.

En sevdiğim ise damında oynadığımız evciliklerdi. Evin yanında dayalı ahşap merdivenlerden dama çıkar kızlarla, getirdiğim evcilik eşyalarını dizer başlardık oyunu sahnelemeye.

- Kız Hatçe gayve ister min?
- içerin.
- Dur bak orda şeker olcek, uzatı ver bakem.
- Gızanlar napıpduru Emine?
- Tahsile gittiler şehre İzmir’e…

Akşam olup da ezan sesi bizim oyunu bozuncaya kadar bu oyun devam ederdi. Beyler çekiştirilir, yemekler pişirilir, çocuklar yıkanırdı. Ezan okununca minik ayaklar minik dünyalarını kafalarında taşıyarak hızlı adımlarla baba ocağına götürürlerdi.

Damında oynadığım, bahçesini eşelediğim, köreğini sakladığım, karanlık gecelerde bol bol korku dolu masallarını dinlediğim, Ninem 5 sene önce, hiçbir evladının acısını yaşamadan istediği gibi bu diyardan göçüp gitti.

4 yorum:

  1. Ve de en sonunda da bir harika kitabımız olacak elimiz de, okunacak.
    Kutlarım demek gerekir mi idi bilmiyorum zira, sanki bilinmeyen, sürpriz olan için daha bir yakışırdı gibi bunu söylemek. Oysa senin bu yeteneğin bana yabancı değil ki!

    YanıtlaSil
  2. Abartı değil yüzyirmi yaşındayım.Bir kendi becerimle yaşadığım , bir de senin gözünden seyrettiğimle...Daha da değerlisi bize Bodrum'u hatırlatmış olman. Çünkü ne "çeşme" kaldı Ortakent meydanında ne de "lapeç" bilen Bodrum'lu. Yaz.Belki zihinlerde "doğduğumuz" , yaşamak istediğimiz Bodrum yeniden oluşabilir.Evvelce öpülesi dediğim ellerinden öpüyorum.

    YanıtlaSil
  3. Abartı değil yüzyirmi yaşındayım.Bir kendi becerimle yaşadığım , bir de senin gözünden seyrettiğimle...Daha da değerlisi bize Bodrum'u hatırlatmış olman. Çünkü ne "çeşme" kaldı Ortakent meydanında ne de "lapeç" bilen Bodrum'lu. Yaz.Belki zihinlerde "doğduğumuz" , yaşamak istediğimiz Bodrum yeniden oluşabilir.Evvelce öpülesi dediğim ellerinden öpüyorum.

    YanıtlaSil
  4. Abartı değil yüzyirmi yaşındayım.Bir kendi becerimle yaşadığım , bir de senin gözünden seyrettiğimle...Daha da değerlisi bize Bodrum'u hatırlatmış olman. Çünkü ne "çeşme" kaldı Ortakent meydanında ne de "lapeç" bilen Bodrum'lu. Yaz.Belki zihinlerde "doğduğumuz" , yaşamak istediğimiz Bodrum yeniden oluşabilir.Evvelce öpülesi dediğim ellerinden öpüyorum.

    YanıtlaSil