![]() |
| Dalyan Kanalı |
Dalyan'da kanal içinde yüzerdik biz... Dibini bilmeden.
Öyleki ayağına
değen şeyin ihtimalleri arasına hiçbir kötü şeyi getirmeden.
Sadece önüme, arkadaşıma, bakışlarını kontrol etmek için kıyıdaki
anneme, bir de olta atmış adamların kırçıllı sert seslerini duymamak
için gün batımı ile parlayan misinalara bakardım.
Tekne sesleri ile bölünen çocuk sesleri, sazlıkların
arasında muhtemelen ailesi ile akşamın gelişini fırsat bilen kurbağaların
aceleci vıraklamaları, tekne
kaptanlarının karşılıklı atışmaları ile bir akşam senfonisinin içine dalardık.
Seferler azalınca, hafif bir rüzgar dolunca sazlıklara, bu
sefer dans zamanı başlardı. Senfoni orkestrası eşliğinde dans eden, uzun boyunlu
kuğular gibi bir sağa bir sola sallanan kamışlara bakarak, ellerimiz ayaklarımız
pörsümüş birer çirkin ördek olup dalardık kanalın içine.
Güneş kaya mezarlarının hemen solunda, kanal boyunca uzanan
şeridi takip ederken sola kıvrılan ilk dönüşün tam ortasında, rengini suya
atarak sarıdan sıcak sarıya döner. Gözleri kör edecek kadar parlak ve saydam bu
ışık demetinin içinde güneşi uğurlayan biz çocuklar olurduk.
--------
Pansiyonda kalıyorduk. Değişmeyen adresleri vardır ya huzuru
mesken etmiş insanların, biz de öyle bir aileydik.
Sabah kahvaltısı hariç tüm yemekler pansiyonun ortak
kullanımına sunulmuş mutfakta pişerdi. Pansiyon müsterileri kendi erzaklarını
alır, yemeklerini de kendileri yapardı. Kimsenin poşetine ya da şişesine isim
yazdığını görmedim o dolaplarda. Annelerin kafasında nasıl bir işletim sistemi
vardıysa çocuklar tek başına dalmadıktan sonra kimse değistiremezdi mutfağın
düzenini. Zaten tatil bitmeye yakın senin benim de kalmaz, şişeler, yemekler,
erzaklar ortak kullanıma açılır, herkes birbirine numarasını verir, evinin
yolunu tarif eder “bize de beklerlerdi”.
Kanal boyunca uzanan yolun üzerinde yer alan evlerden
bazıları pansiyon olarak kullanılıyordu. Hatta iki üç ailenin evlerini açması
ile başlayan pansiyonculuk seneler içinde gelişecek, kanal boyunca sazlıklara
karşı dizilen bu evler, dededen oğula sonra da toruna bırakılarak nesilden
nesile aktarılan turizm cevherleri olacaktı.
Batıya bakan odaları akşam güneşinin son kızıl sıcağıyla
yanar, tavan ve lambiriler kızararak tütsülenir, oda mis gibi ahşap kokardı. Pansiyona
sonradan dönüştürüldüğü için, odalar oldukça küçüktü. Mesela sonradan iliştirilen
banyoya ancak bir kişi girebilirdi. İhtiyacınız ne ise ancak kendi ekseniniz
etrafında dönerek giderebilirdiniz. Tuvalletten kalk yarım dönüş duş, tam dönüş
ayna, lavabo ve klozetin arasından sıyrılarak kapıdan çık. Tuvaletten kalkarken
kapının koluna kafayı toslamak, yere düşen sabunu alırken popona lavabodan bir
şaplak yemek işten bile değildi.
Küçüktük. Aklımız fikrimiz su ve içindekilerdeydi. Biz
çocuklar ve beraber yüzdüğümüz su yılanları, balıklar, nil kaplumbağaları ve kanal
içinde nadir de olsa gördüğümüz carettalar arasında gizli bir anlaşma vardı
sanki. Birbirimizden korkmayacağız ve bir oyun oynuyorsak kurallara uyacağız.
Akşam olup, kanaldan çıkma vaktimiz geldiğinde ise babalar
kefal için olta atar, bahçede koşuşturan bizleri bir yere sabitlemek için ucunu
elimize tutuştururlardı. Ne zaman misinamız titrese, yemi yoklayan balıkların
minik çekiştirmelerini hissetsek, oltanın üzerindeki minik şamandıralar gibi
zıpyalarak balığın geldiğini haber verirdik.
-----Geldiler
Bir akşam, güneş odalara dolmuş, anneler mutfağa doluşmuş,
babalar da oltaları hazırlarken geldiler….
Dört kişilik bir aileydi. Arkasında iki çocuk bisikleti
asılı lacivert bir station wagon ile pansiyonun avlusununa kadar girdiler.
- Çok güzel. Baksana, dedim babama.
Bütün kışı bisiklet hayali ile geçirmiş, yazın sonuna da
hayal kırıklığı ile gelmiştim. Sesimin tonunda nasıl bir sitem vardı ya da
babam nasıl alındıysa,
- Bir şeye sahip olmak o kadar kolay değil küçük bey. Calış
al demiyoruz, bekle diyoruz. Sen kaç çocuk var bırak bisikleti, oynayacak
oyunacağı olmayan, biliyor musun?
Babam konuşmaya devam ediyordu. Kulağım artık duymaya çok
alışkın olduğu bu cümleleri beynime taşımayı reddediyor, diğer kulağıma aktarıyor,
oradan ise dışarıya gönderiyordu. Bu akışı nasıl görüyordu bilmiyorum ama son
duyduğum cümlesi hep; “Dinliyor mu bak? Bir kulağından giriyor diğerinden çıkıyor.”
olurdu.
Evet bisikletler çok güzeldi. Biri arabadan biraz daha açık lacivert
diğeri ise kırmızı ile grinin geciş yaptığı kalın bir gövdeye sahipti. Vitesliydi.
Ve o zamanlar vitesli bisiklet sadece benim değil her çocuğun hayalini süslüyordu.
Şimdi tanımlarsam iki güzel erkek çocuğu indi arabadan. Gözleri
memnun olunmayacak şeyleri aramaya koyulmuş ve mızmızlanmaya çok yakın bir yüz
ifadesiyle annelerinin arkasına yapıştılar. Pansiyonun sahiplerinden Çağnur
abla, (karı koca ve hatta dede ile işletilen bir yer olduğu için birden çok
sahibi vardı,) yeni gelen misafirleri ile ilgilenip onları odalarına çıkardı.
Araba, arkasında iki bisiklet ile bahçedeydi ve biz bal bulmuş arılar gibi
toplaştık arabanın etrafına. Bisiklet kaç vitesti? Zincir atıyor muydu? Üzerinde
lastik şişirme pompası bile vardı. Kullandırırlar mıydı acaba arkadaş olsak?
Annem çağırdı. Yemek hazırdı, ama benim tüm iştahım kaçmış
artık yeni bir saplantım olmuştu. Acaba o bisiklete binebilecek miydim?
Akşam yemeğe inmediler ve ben yemek boyunca gözlerimi
bahçede arabanın arkasında bir tablo gibi asılı duran bisikletlerden alamadım.
Her lokma ağzımda, kurduğum hayallerle birlikte büyüyordu. Yarın sabah
arkadaşlık için ilk adımı atmalıydım. Sanıyorum hatırladığım ilk çıkarcı
iletişim kurma çabam bu olacaktı.
-----
Sabah uyandığımda gece boyu kafamın üstünde çalışan vantilatörden
tutulan boynuma aldırmadan ve şişen gözlerimi aralamaya çalışarak hızla odadan
çıkıp balkona koştum. Araba arkasında asılı bisikletler ile yerinde duruyordu.
Odaya döndüm. Annem ve babam çoktan kalkmış bahçede birlikte
oturmuş çay içiyorlardı. Babam iki şeker kattığı çåyını ahenkli bir şekilde ve
kendine özgü o çınlayan ritmi ile karıştırıyordu. Görmedim ama babamın kendini
göstermeyi seven kişiliğinden kaynaklanan bazı hareketleri sayesinde onu
çıkardığı seslerden bile ayırt edebiliyordum.
Pijamalarımı çıkarırken farkına vardım ki gece
sivrisineklerin en çok tercih ettikleri yine ben olmuştum. Kocaman, kaşınan ve
üstü alev gibi yanan dört tanesi bacağımda ikisi de sıyrılan pijama üstüm yüzünden
göbeğimde toplam altı tane malubiyet yaram vardı.
Giyindim, ikişer ikişer atlayarak indim merdivenleri. Dışarıda,
havası en çok tasvir edilen, nefes alırken o anı da yaşayabildiğine
şükrettiren, yaşlıların ellerinde bir mendille karşıladığı Ağustos ayının, kızgın
sıcağı vardı. Ağustos başlayalı çok olmuştu ve şunun şurasında birbirimize
katlanacağımız 1 haftamız kalmıştı. Sonrasında içimize bir ömür hazanını
bırakacak Eylül’ü birlikte karşılayacaktık.
Kahvaltılar geldi. Kahvaltı ile birlikte yeni arkadaşlarım
da masalarına teşrif ettiler. Kendime yakıştırsam sandelyelerini çeker,
yanaklarını okşar, süt mü portakal suyu mu alırdınız diye sorardım? Fakat bu
tür hareketler için oldukça küçüktüm.
Kahvaltımı ederken, önce yan yan baktığım masaya sonlarına
doğru gözlerimle konuk olmuştum. Sevimli bir kedi yavrusuna bakar gibi bakan
annesi de benden hoşlandığını tebessümü ile belli ediyordu. Babası mevzunun
oldukça dışında, dörde katladığı gazetesini okurken aynı anda çayını
yudumluyor, gözlerini gazetesinden bir an bile ayırmıyordu. Bakmadan ağzına
götürdüğü bardak sadece beşte bir ıskalalıyor, o zaman da dudağının yanına
çarpıyordu. Sanırım arada gülümsediği de okuduğu makaleden çok netice bulmayan
atışlarıydı.
-Kahvaltıdan sonra oynayabilir miyiz?
Ağzımdan dökülen bu soru akranlarıma değil bizzat annelerine
sorulmuştu ve ben son kelimenin tınısı dudaklarımdayken pişman olup kızarmaya
başlamıştım. Sanırım kahvaltı boyunca yeterince sempatisini topladığım
annelerinin benim için evet oyu kullanacağına ve hatta “oynayın bak çok tatlı
bir çocuk” diyeceğine emin olmuştum.
-Bitirsinler öyle, dedi gülümsemesini dudaklarına
yapıştırarak.
Hamakta, beynimi cırcır böceklerinin çıkardığı sesle tütsülerken…
- Merhaba, dedi ikisi birden. Farklı ama uyumlu iki tondu.
- Bitti mi? dedim.
- Kahvaltı mı? Evet bitirdik.
- Nereden geldiniz?
- İstanbul’dan. Sen?
Büyük olan konuşuyordu ve geldiğimiz yer isimlerimizden daha
önemliydi. Bunun nedeni ise çocukların arasında hala olduğunu düşündüğüm büyük
şehirden gelen küçük şehirden geleni yener fikriydi. Fikri de denmez ya
öğretisiydi.
- Ben de.
Konumlar belli olmuştu ve eşittik. Ama arabanın arkasında
vitesli bisikletlerle gelenler onlardı ve benim gözümde üstünlük hala onlarındı.
Bu girişten sonra başladık oyunlarımıza. İki kardeş
bildiklerine ve alıştıklarına uygun oyunlar tertip ediyor ben de onlara büyük
bir zevkle katılıyordum. Oyun oynamanın dışında keşfedilecek ve benden öğrenecekleri
de bir sürü şey vardı. Ben de öğretirken biraz dedem, biraz babam olacaktım
istemeden.
Günlerimiz kanalda yüzerek ve balık tutarak geçti. Hatta o
kadar güzeldi ki ben bile unutmuştum bisikletleri. İki kardeş birbirleriyle her
oyunda kavga edecek bir şeyler icat ediyor, ben kavgaya taraf olmak istediğimde
birden cephe olup bana kafa tutuyorlardı. Evin tek oğluydum ve kardeşliğin
böyle bir şey olduğunu düşünmüştüm. Öyle de bir şeymiş sanıyorum. Aslında
kardeşlik: farklı olan iki insanın, öğrenilen ve de genetik olarak aktarılan
bir bağ ile birbirlerine tutunması ve bu bağın her hangi bir dış etmen
tarafından zedeleneceğine inandıklarında ortak taarruza geçmeleriydi. Kalp ve
beyin gibi. Bir ömür boyu Ikisi ne kadar ayrı da düşse tehlike anında beraber
korurlar vücudu. Antikordan bir duvar oluyordu düşmanın önüne sevgileri. Güzeldi.
Sinir bozacak kadar sıradışı olsa da onları birlikte görmek, güzledi.
Derken bir sabah kahvaltıya indiğimde ne bisikletler ne de
bizim kardeşler bahçedeydi. Bir şeyleri kaçırmış olmalıydım ve bu beni hiç
mutlu etmedi. Huzursuz bir çocuk değildim. O duyguya hakim olamamaktan
kaynaklanıyor olsa gerek, sadece bir şeylere yetişemeyince ya da erişemeyince huzursuzlanıyor,
sıkılıyor ve bir anda kendime kapanıyordum. Başarısızlıklarım, karışmadığım
kavgalar, açılamadığım kızlar, cevabını bildiğim halde cevapsız bırakmak
zorunda kaldığım onca soru karşısında ömrüm boyunca hep aynı tepkiyi verdim; sustum.
-----
Düşünmek için biraz susmalı insan, değil mi?
Ama susmak, konuşarak kusmayı seven babam için erdemli bir
davranış olmaktan çok sanıyorum korkakça bir tutumdu. Sustuğum zamanlarda bir
annem anlardı beni. Düğümlenmiş bir çileyi suya bırakır gibi bırakırdı kendi
halime. Biraz gevşediğimde başlardı beni cümleleri ve bakışları ile yoklayıp
çözmeye. Derdimi anlattığım insan olmasının en büyük nedeni ise sanıyorum
sebebinden çok çözümü ile ilgileniyor olmasıydı.
Babam ile o yazdan sonra mı aramıza settler kurduk, yoksa
önceden var olanı ben anca mı görmüştüm? Onu tam olarak bilmiyorum. Eğer
önceden beri vardı ve ben o yaz bu setin serin gölgesini sırtımda hissetiysem,
yani babam ben doğduktan sonra ne yaşarsam yaşayayım aynı baba olacaksaydı sanıyorum
daha çok kırılırdım. Çünkü ben yapmış olduğum hatanın babamı bu hale getirmiş
olması fikrine daha kolay alıştım. Suçlunun “ben” olması benim için her zaman
daha rahat kontrol edebildiğim bir düşünceydi. Kendimi eğitebilir, değiştirebilir
ve de dizginleyebilirdim. Ama bir başkasını kontrol altına almayı bırak
değiştirebilecek gücüm, inancım bile yoktu. Hiçbir zaman da olmadı.
Kardeşim yok. Kardeşim olmadığı için, kardeş kadar sevdiğim
biri de olmadı hayatımda. Ne kadar sevilir, nedir sınırları bilmedim. Ölçümleyemedim
sevgimi. Belki de olsaydı tüm bu olanlar yaşanmayacak, ben bir abi olarak daha
aklı selim davranacaktım.
Abi olmak büyük mesele gibi gelir çünkü bana. Kırbaç gibi
bir cümle ensende yaşarsın :“abisin sen”. İki kelimeden oluşan bu kısacık cümle
ile bitiveriyor özgürlükler. Çocukluk yerini ergenlik ve olgunluk arasında sıkışan
bir küçük adamlık dönemine bırakıyor.
Sus, yapma, iyi örnek ol, abisin sen! Çok konuşma, oraya çıkma,
erken yat, abisin sen! Yaramazlık yapma, hayır dedik ya, çok tehlikeli, abisin
sen! Keşke abi olsaymışım ben.
-----
Öğle vakti gelmiş, kaya mezarları her an kırılacak, kavrulmuş
tazecik kurabiye gibi karşımızda duruyordu. Hava çok sıcaktı ve suyun içinde
olmaktan daha güzel bir seçeneğimiz yoktu. Pilaja gitmek için yola çıktık. Nar
bahçeleri ile kayalık tepelerin arasında uzanan yol boyunca ağustos böceklerinin
ve çekirgelerin sesleri arabanın açık camlarından içeriye doluyordu. İztuzu’a
giden yol Sulungur Gölü’nün tam kıyısını zarif bir şekilde çizerek, çam
ağaçları ile örtülmüş tepelere doğru çıkar. İnişte inceliği renginden belli
kumsalın açık teninin, masmavi Akdeniz ile birleşmesini izlersin.
Çam içlerinde dizili kovanlar için çalışan arılar sık sık
pilaja akın edip, havanın sıcağıyla daha da ağırlaşan erzak kokusuna gelir,
yumurta, köfte, karpuzumuza ortak olurdu. Art arda duyulan çığlık sesleri ise
bu aç gözlü arılar yüzünden korkan kadınların ve biz çocukların sesleriydi.
Plajda denize avaz avaz koşan bir çocuk ve arkasından en az arılar kadar keyif
alan aileler…
Bizde çığlık çığlığa denize koşan hep ben olurdum. Bu işe en
çok gülen ise babamdı. Bu canımı pek sıkmazdı çünkü, babamı gülerken görünce
annem çok mutlu olur; ben ise annemi dolaylı olarak güldürdüğüm için halimden
memnun kalırdım.
İkindi vakti bizimkiler çam gölgesinin dibinde keyif
yaparken babamın duymaması için usulca anneme
- Anne bu akşam Ali ve Emre ile bisiklete binebilir miyim? diye
sordum.
Annem sorumun sessizliğinin nedenini pek anlamamış olacak,
babamın sert bakışları arkasında; “Hayatım
akşam olmaz, gündüz vakti binin. Hırlısı var hırsızı var tanımadığımız yerde
akşam vakti ne işiniz var dışarıda, hem de bisikletle. Yarın gündüz binersiniz.”
deyip babama döndü.
- Hasan, dün akşam Necla hanımla konuştuk.
- Necla kim?
- Rıfat Bey’in karısı, Ali ve Emre’nin annesi işte. Biliyor
musun Emre kansermis? İlik kanseri. Kimsenin iliği tutmayınca, kardeş
yapmalısınız demiş doktorlar. Onlarda Ali’yi dünyaya getirmişler. Dört yıl önce
ilik nakli olmuş kardeşinden.
- Maşallah bayağı sağlıklı görünüyor?
- Atlatmışlar ama arada kontrollere gidiyorlarmış.
Günler kısalmaya başlamıştı, yazın bitmek bilmeyen güneşi
artık, yatacak bir yer arayan yaşlı ve yorgun bir adam gibi aceleciydi artık.
Keçiler çam diplerinde son filizlerini yiyorlar, biz ise kumların üstüne
kurduğumuz minik evimizi silkerek, toplanıyorduk.
![]() |
| Arık Yengeci |
Pansiyona geldiğimizde Emre ve Ali ellerinde kamışlar beni
bekliyorlardı. Sanırım bu zamana kadar ilk defa isimleri ile anıyorum…
- Mehmet biz yengeç bulduk. Yuvalarını bulduk. Gel, hadi sen
de gör, diye bağırmaya başladılar.
Arık yengeciydi buldukları. Arıklarda yaşayan (minik su
birikintilerinde), çamur içine yuva yapan, denize atsan yaşamayacak
yengeçlerdi. Çocuklar yengeçler dışarıya çıksın diye yuvalarını ellerindeki karıklarla
eşeliyor, dışarı çıkanları ise arkasından tuttukları gibi sepetlerine
atıyorlardı. Balıklar için harika bir yemdi ve bu yemi bulma görevi heyecanlı
bir oyuna dönüşmüştü.
Bazen tadı kaçan tehlikeli de bir oyundu. Birkaç gün önce yan pansiyonun torunu yengeç avlarken
dikkatsizliğiden baş parmak ve işaret parmağı arasındaki yumuşak bölümü yengece
kaptırmış. Bizim velet çığlık çığlığa elinde asılı yengeç koştururken, bir amca
yetişip, kıskaçlarını dişleri ile parçalayarak yengeci çocuktan ayırmış. Çocuk
eli delik ve hıçkırıklar içinde pansiyona geldiğinde annemler de koşup ne
oluyor diye yanlarına gitmiş. Filmin son bir kaç dakikası annemin gözleri
önünde çevrildiği için ondan izin almam tabi ki olanaksızdı.
- Siz gidin, ben çok yoruldum. Dikkat edin de bir
yerlerinizi kapmasın, diyebildim.
- iyi o zaman biz gidiyoruz, hadi gel Ali.
Ali abisinin gölgesini takip ederek, minik adımları ile peşinden
yürüdü. Küçük bedeni ne işlere yaramıştı… Abisine ikinci kez can vermek için dünyaya
gelen bir kurtarıcı kahramandı sanki.
Akşam karanlığı çöktüğünde, iskeleye uzanıp hayaller kurmaya
başladık. Yengeç adam olmak isteyen Ali, büyük kıskaçları ile kötü adamları
tutup denize atacaktı.
Emre ise
doktor olacaktı. Dünyanın tanıyıp sevdiği, övgü ile bahsettiği,
kahraman bir
doktor. Ben ise tır şöförü olacaktım. Çok tehlikeli
maddeleri
taşıyan kocaman tırımla bütün dünyayı dolaşacaktım.
- Leylek
gördük bugün, dedi Ali.
- Onların yuva yaptığı yeri biliyorum ben, dedim.
Emre, “götürsene bizi oraya”
- Yürüyerek gidemeyiz çok uzak, dedim sesli düşünüyormuş
gibi yaparak. Ve sanki o an aklıma gelmiş gibi heyecanla ekledim “Bisikletle
gidebiliriz ama. Ben senin arkana binerim Ali de bisikletiyle gelir. Yorulunca
değişiriz. Olur mu?”
- Annemden izin almam gerekir, dur bekle sorayım.
- Saçmalama dedim. İzin vermezler ki. Ortaca yoluna
çıkacağız. Nerden baksan git gel 1 saat sürer.
- Eee ne yapacağız o zaman.
- Sabah erkenden bulaşacağız. Sabah altı buçuk mesela.
Döndüğümüzde uyanmamış olurlar.
- Tamam, bana uayar. Olur mu Ali?
- Olur.
“O zaman sabah yedide buluşuyoruz” deyip hayallerimizi
kurmaya devam ettik. Bazen kahraman bir asker, bazen gizli bir casus olduk. Gece
sabaha çok çabuk dönmedi o gün.
Sabaha kadar yatağımda dönüp durdum. 6.30’da bisikletlerin
yanındaydım. Ama Ali ve Emre yoktu. Kapılarına gittim.
“Emre” diye anahtar deliğinden üfler gibi fısıldadım. Ali
çoktan uyanmış abisini kaldırmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştı.
- Abim uyanmıyor dedi, kapıyı aralarken.
- Sen gel, ben aşağıda bekliyorum.
Ali gözleri uykulu, minicik elleri şiş, ayağındaki
terliklerle mücadele ederek indi merdivenlerden.
- Hadi gidelim, geç kalmayalım.
Ben Emre’nin bisikletine bindim, Ali ise selesi, tekerleği,
pedalları kendi gibi minik bisikleti ile arkamdan geliyordu.
Sokaklar akşamdan kalma melisa ve yasemin kokusuyla insanı
mest ediyordu. Gökyüzü Eylül için pamuktan bulutlarını asmıştı üzerine. Kimisi
tavşan, kimisi deve, kimisi kuştu. Aklımdan hiçbir zaman çıkmayacak bir
gökyüzünün altında küçücüktük aslında.
- Ali hadi ama cok yavaşsın.
Bisikletinin arkasındaki yardımcı tekerlekleri yeni sökmüşler,
- İki tekerleği yeni öğrendim, dedi.
Her arkamı döndüğümde ayaklarından birini yere basmış
buluyordum. Ben tekrar önüme dönerken bisikletini düzeltip yeniden pedala
kuvvetle basıyor bir iki metre daha gidiyordu. Pek bir yol katetmemiştik, zaten
bu hızla yola çıkıp dönmemiz tüm günümüzü alırdı. On dakika belki geçti…
- Gel geri dönelim, sonra abini de alır beraber gideriz,
dedim.
- Tamam olur. Çok yoruldum. Susadım ben.
Gözleri ıslanmış mıydı acaba?
Sesi tiremişti… Annesini mi istemişti o zaman yanında yoksa
abisini mi?
Bisikletimi döndürdüm.
Yanından geçerken onun da bisikletini döndürmesine yardım
ettim.
- Çok uzaklaşmadık Ali, pansiyon yakında sayılır yavaş yavaş
gideriz, dedim.
Aynı şekilde dönmeye başladık. Ben önde o arkada bir durup
bir giderek.
Pansiyona az kalmıştı, dar sokaklarda hapis olan melisa ve
hanımeli kokusunun içinden geçiyorduk. Ali’ye dönüp baktığımda arkadan büyük bir vidanjörün geldiğini
gördüm. “Orada kenarda bekle” diye seslendim. Benim olduğum yer vidanjörün
geçemeyeceği kadar dar olduğu için hemen pedallara asılıp yolun biraz
ilerisindeki geniş alana ilerledim.
Arkamı döndüğümde daracık sokağı kaplayan o dev vidanjörü
görüyordum. Ali yan tarafta sıkışıp kaldı diye düşündüm. Şoför azıcık
açabildiği kapısından aşağı inmeye çalışıyordu.
Bisikletten inip adama doğru ilerledim, “Amca yürüsene çocuk
kaldı kenarda”
Adamın fal taşı gibi açılan gözleri, Ali’nin minik elleri, o
günden sonra hep rüyalarımda.
- Bir şeyin üstünden geçtim, diye çığlık atmaya başladı
adam.
Aracın altına eğildi, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Korkmuştu.
Koca makinanın altında yatan o minicik bedenden korkmuştu. Adam, Ali ve ben tam
orada hayatlarımızı birlikte yitirmiştik.
Durduğum yerde Ali’ye ait minik parçalar görüyordum. O güzel
hayalleri kurduran, o minik kafasında koca dünyalar yaratan Ali’ye ait
parçalar.
Ali benim hızlandığımı görünce hareket etmiş ama küçük ve
yorgun bedeni kamyon yanından geçerken devrilmişti.
Ben çocukken çok hızlı geçerdi zaman. Bitiverirdi en
sevdiğim çikolata, beklediğim çizgi film, tatiller, oyunlar, misafirlikler… O
gün çocukluğumun sona erdiği gündü. Çocukluğum da bitivermiş, zaman akmaz
olmuştu.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder