Fatma Ninem (anneannemin annesi) |
Kaçacak bir yer arıyordum nefes almak için. Zihnimde evi
dolaşırken, insanların ayaklarına basmamaya çalışıyor bir de gözlerimle
hareketlerimi takip ediyordum. Karşımdaki gül yüzlü, pişmaniye saçlı, kurak
yüzlü teyze ettikleri duaların tesiri ile sersemlemiş olduğumu düşünmüş olacak
ki “Kızım iyimin? Çık sokağa da bi nefes al” dedi. Ben de başımla fikrini
onaylayarak, kaçacak deliğimi düşünmeye devam ettim.
Geliyordu bir yer aklıma ama orası da doluydu şimdi…
Mutfaktaki kiler.
Bir penceresi vardı, o da arkadaki ahıra baktığı ve güneş
görmediği için tamamen karanlıkta kalıyordu. Bu nedenle daima serin ve kuruydu.
Anneannemin erzak deposu olarak kullandığı bu oda bizim için ise bakkal
dükkanıydı. Ablamla kileri dükkan gibi işletir, iki fasülyeye 1 kavanoz salça
satardık. Oyunun bitimini ise patlıcan turşusu ile taçlandırır kapatmayı
beceremediğimiz kavanozlar için ertesi gün cezalandırılırdık.
Bir de mutfakta yine erzak koymak için yapılan pencere
büyüklüğünde bir gömme dolap vardı. Sarı ahşap kapakları olan bu güzel dolabın
içi nedense fare ve haşere için de aynı keyifi veriyordu. Önündeki sedir divana
otuduğumda kapakları kapalı bu şirin gömme dolaptan tıkır tıkır sesler duyulur,
evde telaşlı bir süpürge arayışı başlardı. Dolabın kapağı açıldığında fare
kontrada kalmış çizgi film kahramanları gibi rafın köşesine siner, hayvanın
sıkıştığını düşünen bizleri tongaya düşürürdü. Bir anlık bekleyişimizden yararlanıp süpürgenin
arasından, gazetenin kıyısından kaçıverir, tüm mutfağı turlayıp açık kapının
aralığından hiçbir yerine zeval gelmeden özgürlüğüne kavuşurdu.
Mutfak büyük ve sıcaktı. Sıcaklığı pişen yemeklerden çok
paylaşılan anlardan ve edilen sohbetlerden beslenirdi. Bir de ahşaptı. Bastığın
yer zangırdar, dolaplardaki bardaklar dans ederdi. Mutfakta koşturmak beste
yapmak gibiydi adeta. Tıkırdayan tabaklar, şangırdayan bardaklar, gıcırdayan
yer…
Şimdi, fare olsam giremezdim o dolaba ya da kaçamazdım
kilere. Adım atacak yer de yoktu ki duyabileyim ahşap zeminin içimi kabartan
güzel melodisini. Mutfak dedemi rahmetle anan güzel saçları beyaz bezlerle
örtülü teyzelerle doluydu. Çömelip sallanarak dua okudukları yerde, anneannem
ve annesi “ninem” hamur açar, annem hamuru kaynatır, teyzem de tepsiye serer,
hepbirlikte su böreği yaparlardı. Çökelek ile kıymanın karıştığı su böreğini
yaparken ninem ve anneannemin de sohbetleri içime karışırdı.
--- Ninem
- Aa kızım nerde bizim zamanımızda bu kadar bolluk bereket.
Saveş cıkmış, para yok, pul yok. Ne varsa elimizde öküz, eşek, katır, gitmiş
araç diye, evde büyük bıçak bile yok onu da silah niyetine almış asker.
Gözlerini açık mutfak kapısından dışarıya salarak, sanki
onların arkasıdan tüm bedeniyle gitmiş gibi bir anda yok olarak bir “oof”
çeker, kendi sesi ile yine geri dönerdi. Ve muhakkak eklerdi
- Öyle zamanlardı ki, biz mısırın darısını ayıklar
kuruttuğumuz koçanını değirmende eler un niyetine ekmek yapardık.
Taşı toprağı kavuran, aklı buhar olup uçurtan, deliyi
azdıran, şarapçıyı kudurtan sıcaklar dinmeye başlamıştı.
Toprak çabuk kızan yaşlı bir adam gibidir Bodrum’da…
Doğarken kayalara çarparak gelen güneş üstüne serildimi daha rengi dönmeden
nevri döner toprağın. Sonra tüm gün tozuyla yüzüne yüzüne vurur sıcağını.
Kuşların sessiz kalmayı tercih ettiği mevsimler, cırcır
böcekleri ve çekirgelerin senfonisi başlar. Çekirge… Türkülere konu bu gaddar
hayvanı da pek sevmezdi ninem.
Başlarında koca kalmayan, ekinleri biçmeye hayvan bulamayan köy
ahalisi savaşın kendilerinden aldıkları yetmezmiş gibi bir de çekirgeler ile
ekinleri için harbe girmişti o çocukken. Taburuyla gelip, tüm ekinleri yiyip geriye
bir tek toprak bırakmışlar. Kara bir bulut olup tarlaları kaplayan bu iblisler ile
mücadele edecek ne ilaç, ne de güç varmış. Neyse ki bir çare düşünülmüş. Çekirgeler
yumurtasını toprağa gömermiş. Devlet şart koşmuş her kişi 1-2 kilo çekirge
tohumu toplayacak diye. Ölümüne değil üremesine savaş açmak o zaman yapılacak
en iyi savunma yöntemiymiş. Taarruz için silahı olmayan savaşçı halk, düşmanı
kökünden kurutmak için yumurta avına çıkmış. Tarlaları eşeleyen yorgun ve
umutsuz bir avuç insan savaş bitinceye kadar bu sefaleti çekmiş. Bir gün diyor
ninem “ Yine havalandı bir tabur çekirge. Kapkara bir çarşaf gibi gerilip
güneşi kapattılar. Karardı ortalık. O gün gittiler, bir daha da o kadarı bir araya
gelmedi. Şükür”
Çekirgenin kanadı
Nedir bunun inadı
Kör olası çekirge
Arpa buğday komadı
Çekirgenin taburu
Her tarlayı batırı
Benim burda duruşum
Nazlı yarin hatırı
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sağımda oturan kadının elindeki Kur’ana takıldı gözüm. Her
yaz açılan Kur’an kursuna bir kere olsun girmemizi isteyen anneannemin ricasını
en sonunda kıramamıştı annem. Ablam ve beni cami avlusuna bırakmıştı. Hocanın
kolları arasında camiye girdiğim anı unutmam, bir de ilk arada camiden
kaçışımızı. Çok şey bilmesem de Kur’ana bakınca iki şey geliyor hep aklıma;
biri “allah” diğeri “baba”…
Ninemin anası Zeynep babaları şehit olduktan sonra Kur’andaki
büyük harfleri baba diye öğretmiş çocuklarına. Ninem ve kardeşi Hüseyin ne
zaman büyük arapça harf görseler “ana bak baba bulduk” diye sevinirlermiş.
Öyle ki bir gün bağlanan şehit maaşının yoklamasına gittiklerinde,
memur “Bunları babeyn gönderdi” deyince Hüseyin “Benim evde babeym çok” diyip
Zeynep nineyi rezil rüsva etmiş. Kadıncağız ezile büzüle anlatmış baba ne, harf
ne, yalnızlık ne….
Evet Yalnız ve sessizlermiş. 6 aylık ninem kucakta, ortanca
kardeşi karındayken giden babası, izin zamanının meyvesi en küçük çocuğunun
müjdesini almadan şehit olmuş Çanakkale savaşında. Anaları Zeynep ise uç çocuğa
babasının yanında yetebilmiş.
Ninemin babası annesi Zeynep’in kocası Arif, 3 erkek
kardeşin sonuncusu. İlk abisi askere diye evden çıktıktan sonra bir daha haber
alınamayan Murat, ikincisi askere gittikten sonra sadece Yemen’den mektubu
gelen Hüseyin ve en küçükleri iki kardeş şehit oldu diye askere alınmayacağına
sevinilen Arif.
Zeynep’in babası varlıklı. Damda hayvanı, bahçede zeytini,
tarlada ekini olan Babası yoksul Hasan’ın oğlu Arif’e sadece askere gitmeyeceği
için vermiş kızını. Hesapta Arif şehit düşen iki kardeşinden sonra askere alınmayacak,
kızı da bu zor zamanlarda kocasız kalmayacaktı. Torunları babalarından işleri
öğrenecek, dedelerinin yüzünü güldürecek, bir ömür dert içinde geçmeyecekti.
Çanakkale’de vurulmayaydı, siperlerde kan içinde cebinde mendili bulunmayaydı şehit
karısı değil Arif’in zevcesi olacak, yüzü gülecek, bahtı dönecek, kadın
olacaktı.
Savaş bir evden kaç canı aldığının matematiğini yapmıyordu.
İki kardeşi alan üçüncüyü de pekala alabiliyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder