- Kaç tona
bürünüyorsun diye sordu?
- Bilmem
hiç düşünmedim. Sadece üşüdüğümde bulutlarımı örterim.
- Peki
dalgalar neden?
- Bastığın
yer yüreğim...
Adam
lastik tabanlı ayakkabısının altında dengesini bozan ıslak kumlara bakarken
gökyüzünde gri bir örtü başından aşağı kurşun dökerek ilerliyordu. Sahilde tek
bir kuru kum tanesi kalmamıştı. Zor bir gecenin sabahı olduğunu anladı. Kendini
ve cümlelerini yeni doğan güneşin de yardımıyla elinden geldiğince toplamaya
çalışıyordu. Ayakkabılarının ıslanacağı korkusuyla bir iki adım geri gitti.
Deniz ise kıvrılmış bir halı gibi daha ileri atıp kendini, parmaklarının ucuna
kadar seriliyordu. Nazlı minik dokunuşlar gibiydi sevgilisinin yaptığı. Barışmak
ister gibi, istemez gibi…
- Hadi ama neyi kaçırdım ben?
Dalgalar sıklaşmış ve güçlenmeye
başlamıştı sanki. Soru sorup canını sıkmak onun da işine gelmiyordu. Zaten
soruya soru ile cevap veren kaçamak tavrı Deniz’in en sevmediği huylarından
biriydi. Bu yüzden tahmin ettiği olasılıklar içinde doğru olanı bulmaya
çalışıyordu. Anlamamazlıktan gelen borçlu tavrı ile zaman kazanmaya çalışıyor
bir yandan da dalgalardan kaçarken sarfettiği yılışık cümleleri ileri gitmesini
engelliyordu.
- Hadi ama nedenini bilmediğim öfkeni
sakinleştirmek için ne yapabilirim? Bana hiç yardımcı olmuyorsun. Seni
seviyorum biliyorsun ve gerçekten sana ne yaptığımı merak etmeye başladım.
Peki neydi denizin dalgasını besleyen
rüzgar? Çatlayarak sahile vurduran dalga dalga? Durulmaya hiç niyetli değildi.
Aksine her seferinde daha kızgın seriyordu sahile öfkesini. Derinlerinde esen
rüzgarlar durulsa bile çabuk tükenmiyordu enerjisi dalgalarının, dinmiyordu
öfkesi sularının.
Sevgiliyi kovan dalgaların şiddeti
tatmin etmiyor, güçlendirmek için daha da besliyordu kendini; düşünerek,
hatırlayarak, kendi kendine kurarak bir bomba yaratıyordu içinde, patlatmaktan
zevk duyduğu fırtınalar koparıyordu.
Proteus’tan yadigar kestirilemez
tabiatı değildi bunu yaptıran. Acı çekiyordu. Ve hatta doğası engel olmasa
yanmak için çırpınıyordu. Efendisi Poseidon gelip üç dişli yabasıyla vursaydı
ve yarılarak açılsaydı kat kat yüreği, içine dolan acı ve kederi güçlü ve yaşlı
elleri ile alır mıydı onun için? Sadık ve aşık hizmetkarına yapar mıydı
böylesine büyük bir lütfu. O değil miydi Deniz’in tek gördüğü, eşsiz bildiği,
sahip bellediği erkek…
Anlamak da zorlanıyordu ikisi de. Neden
yüreğini ezen bu adama durulmuyordu deniz. Ve de adam neden hala bu yılışık
çocuksu tavrını üzerinden atıp uzaklaşamıyordu kıyısından denizin?
Çocukluğundan beri ne zaman bir suç
işlese, bu umarsız tavrı takınıyordu adam. Soruya soru ile cevap veren,
cümleleri anlamamazlıktan gelerek aptal görünmeyi yeğleyen, bir planı yoksa
sadece zaman kazanmaya çalışan, karşısındakini bir boğa gibi azdıran, deve gibi
köpürten, kaplan gibi saldırtan bu tavrından başına gelmeyen kalmamıstı halbu
ki. Şimdi yapması gereken tek şeyin kendini affettirmek olduğunu düşünüp sadece
bunun için çabalıyor ama affedilince eline ne geçeceğini o da bilmiyordu.
Peki neden bu kadar sinirlenmişti
Deniz? Sanki ilk kez geziniyordu umursamaz ve ağır adımlarıyla bir adam
yakasında. Bir çokları gezmekle kalmayıp ne derin çukurlar açmıştı kıyılarında,
ne hayaller inşa etmişti kumdan kalelerle. Içinden kopup sahile vuranlarını
toplayıp kaçanlar, koynunda içip içip tüm çirkinliklerini üstüne kusanlar, en
süslü gecelerinde üzerindeki yakamoza gözünü yumanlar bu kadar üzmemiş miydi
denizi? Bu sefer neydi onu sinirlendiren kendi aptallığı mı? Uslanmayan, usu
kalmayan arayışları mı?
Kimdi bu adam ki bu kadar perişan etmişti
onu? Pişmanlıkları, keşkeleri, yakıştıramadıkları ve hatta utandıkları mıydı? Geç
kaldıkları, güvensizliği, çaresizliği, aptallığı mıydı? Neydi onda gördüğü
kendinden parça? Yalanları, utançları, hayalleri… Nasıl bir hayal kırıklığıydı
yaşadığı ki kurtaramıyordu kendini girdabından.
“Neyse ne, kimse kim? Gitmesini bilmeli”
diye düşündü deniz.
Ama adam gitmeyi hiç düşünmüyordu belli
ki. Nazının çekilmesi, haksızlığından çok sevdasından da olabilir diye düşündü
Deniz. Ya çok seviyorsa beni? işte bu soru… Cevabı ne olursa olsun Deniz’in hiç
bir zaman inanmadığı tek soruydu. Yalanlara da kapısını açan tek zayıf
noktasıydı.
- Gitmeyeceğim. Ne kadar patlatsan da
dalgalarını, nedeninin basit olduğuna inandığım bu öfken durulmadan
gitmeyeceğim. Bana ne olduğunu lütfen söyle çünkü bu şımarık tavrın gerçekten
beni de sinirlendirmeye başladı. Kendine gelir misin lütfen?
Adım adım olması gereken yaşanıyor üste
çıkma etabına geçiliyordu. Bir tartışmada tarafların yerini en iyi şekilde
koruması gereken ve stratejik hataya yer olmayan en riskli aşamaydı.
- Gittikçe çocuklaşıyorsun. Bu tavrın
beni gerçekten deli ediyor. Hem sana kaç defa söyledim…
Şimdi gitse hatasını bilmeden,
yaptığını kabullenmeden gitmiş olacak ve bu da asıl istediği değildi Deniz’in.
Iki dalgayı geri çekse o da iki cümleyi geri çekecek belli ki. Deniz istediği
cümleleri ağzından duymadan gitmesine artık razı değil. Haklı da olabilir? Hani
belki bir durulup, konuşmasına ortam sağlamak doğru olan.
Tabi ki Deniz bu hakkı ona verecek. Duymak
istediği tüm yalanları duymak için gerekli zaman neyse ona armağan etmeye
hazır. Son umudunu yitiremez artık.
Adam ise sonuna kadar kalıp, sonuna
kadar direneceğini söylese de o aslında sonuna kadar tüketecek. Bıkacağı ana
kadar, duyarsızlaşacağı hisse kadar kalıp “ben her şeyi yaptım” diyecek. Bu
cümle onun tek savunması olacak.
Ki o da arkasını dönerek ayrılsa
oradan. Çıksa sokaklara. Kokusu taş duvarlara çarpa çarpa içine dolan denizi
özleye özleye vazgeçse. Ikisi de özgürleşecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder